Bu tarih ve saat, sadece takvimde bir zaman dilimi değil, milyonlarca insanın hayatını ikiye bölen bir milat. Kulakları sağır eden bir gürültüyle ve göz gözü görmeyen bir toz bulutuyla başlayan o an, 7.4 büyüklüğünde bir kabusun başlangıcıydı. Ne bir film sahnesi ne de bir felaket senaryosuydu; bu, bizzat yaşanan bir gerçekti. Ve biz, o günden sonra, “Unutmayacağım” yalanıyla yaşar olduk.
Kim unutur ki bir dostunun nişanlısının, dakikalarca telefonda konuşurken aniden kesilen o son nefesini? Kim unutur ki beşinci katta uyuyan bir arkadaşın, o sarsıntıyla kendini bir anda ana yolun ortasında bulduğunu? Bu, sadece 18.373 canın kaybı değil, her biri ayrı bir hikaye, ayrı bir dram olan binlerce hayatın sonuydu. İzmit’in Paşa’sında sabaha karşı çocuk bezi almak için kırılan bir dükkan camı, Tüpraş’ta günlerce süren yangın… O alevler sadece rafineriyi değil, içimizdeki umut kırıntılarını da yaktı. Korkuyla İlimtepe’ye kaçan binlerce insanın çaresizliği, belleğimizin en sarsılmaz köşesine kazındı.
Kurulan Ulusal Deprem Konseyi’nin 2007’de lağvedilmesi, bu acıların unutulacağının ilk sinyaliydi. Oysa biz unutmadık; kolonu kesilen binaları, çocuklarının seslerini dinleyerek hayatını kaybeden anne babaları, aşkların ve evliliklerin bitişini unutmadık. Unutmak, bu acıyı hissetmeyecek kadar ruh hastası olmaktır. Ve biz, bu denli vahşi bir unutkanlığa sahip değiliz.
Ama ya gerçekten öyleyse? Belki de en büyük özelliğimiz unutmak. Hatta en iyi yaptığımız şey. Unutmamış olsaydık, 6 Şubat 2023’te aynı acılar yaşanır mıydı? Yine ve yeniden aileler parçalanır, şehirler ölüm kokar mıydı? Unutmak, sadece geçmişi silmek değil, geleceği de yok etmektir. Belki de bu yüzden, “Unutmayacağım” yalanı, içimizi rahatlatmak için kendimize söylediğimiz en büyük tesellidir. Ama her depremde o yalanın ne kadar da kolay bir şekilde paramparça olduğunu acı bir şekilde yeniden öğreniyoruz. Ve biliyoruz ki, asıl mesele “unutmamak” değil, unutmaya yüz tutmuş bir hafızayı yeniden canlandırmaktır.